‘Maraş: Sağ-sol çatışmasından öte bir şey!’

0
1305
Rıza Yıldırım: “Olayların esas katliama dönüştüğü dördüncü gün ve sonrasına baktığınızda artık kitlelerin hedefinde solcular değil doğrudan Aleviler olduğunu görüyorsunuz. Günler öncesinden işaretlenen evler Alevi evleri; öldürülen kadınlar, çocuklar, yaşlılar Aleviler – ki bu insanların çoğu sağ-sol tartışmalarının dışında, kente tutunmaya çalışan geleneksel Alevilerdi.”
Rıza Yıldırım

Bildiğiniz üzere 19-26 Aralık 1978 tarihleri arasında Kahramanmaraş’ta Alevilere dönük toplu saldırılar olmuş, resmi kayıtlara göre 120’den fazla Alevi vatandaş hayatını kaybetmişti. Maraş katliamı olarak tarihe geçen bu olayları siz nasıl değerlendiriyorsunuz?

Öncelikle, Maraş’ta o tarihlerde gerçekleşen olayların Türkiye’nin yakın tarihinde yer alan utanç sayfalarından birisini oluşturduğunu açık yüreklilikle ifade etmeliyim. Kısaca hatırlamak gerekirse, 19 Aralık 1978 günü Çiçek Sineması’nda ülkücü bir film oynarken atılan ses bombasıyla başlayan olaylar, ertesi günü Alevilerin yoğun olarak yaşadığı Yörükselim Mahallesi’nde bir kıraathanenin bombalanması ve bir sonraki gün iki sol görüşlü Alevi öğretmenin silahlı saldırıya uğramasıyla tırmanmıştı. İlerleyen günlerde Alevilerin daha önceden işaretlenen evleri ve işyerleri yağmalandı ve ateşe verildi. Bu arada hamile kadınlar ve çocuklar dahil resmi rakamlara göre 120 civarında Alevi vatandaş katledildi. Gayri resmi kaynaklar bu rakamın 500’den fazla olduğunu iddia etmektedir.

Peki kimdi bu katliamı yapan?

Görgü tanıkları, daha sonra yapılan yargılamalarda ortaya dökülen bilgiler ve basında çıkan haberlere göre, provokasyonu yapan ve halkı galeyana getiren kişiler, kente dışarıdan gelmiş ve kimlikleri halen tespit edilememiş olan bir grup insandı. Türkiye kamuoyu büyük oranda bu olayın ‘derin devlet’ veya ‘kontrgerilla’nın bir tezgâhı olduğu konusunda ikna olmuş görünüyor. Gerçekten de bu görüşü destekleyecek kimi veriler mevcuttur. Örneğin, yedi gün süren katliam ve yağma sırasında güvenlik güçleri ‘aciz kalmış’ ve olayları engelle(ye)memişti. Yine, Maraş olaylarından hemen sonra birçok ilde sıkıyönetim ilan edilmiş, böylece 12 Eylül Darbesi’ne giden süreç başlamıştı.

Ancak bence Maraş Katliamı’nı ve arkasından Çorum, Sivas gibi Alevilerin yoğun olduğu yerlerde gördüğümüz katliamları sadece derin devlet komplolarıyla açıklamak çok yetersiz kalır. Bu olayların istihbarat ve güvenlik boyutu her ne olursa olsun – ki bu konuda birinci elden sahih bilgiye sahip olmadığımı söylemeliyim -, benim daha çok ilgilendiğim ve açıkçası dehşete düştüğüm boyutu, Türkiye’de özelikle milliyetçi-muhafazakar tabir edilen bazı kesimlerin toplumsal-dini dokusuna derinden yerleşmiş ve zaman zaman hortlayan bazı reflekslerdir.

Ne tür refleksler?

1960’lardan itibaren, Alevilerin kentlerde belirginleşmesiyle beraber, Alevi vatandaşlara dönük irili ufaklı birçok saldırı oldu ki bu saldırıların hemen hepsinde belirgin bir toplumsal destek görmek mümkündür. Bunlar içinde neredeyse bir pogrom niteliği taşıyan Maraş (1978), Çorum (1980), Sivas (1993) ve Gazi (1995) olayları en büyükleridir. Özellikle bu büyük katliamlara baktığımızda, işin içinde istihbarat örgütleri ve provokasyon olduğu açıkça görülmektedir. Öte yandan, provokasyona açık, katliam ve yağmaya kolayca katılan bir kitlenin varlığı da inkâr edilemez. Örneğin, Maraş Katliamı’nda öncü rol oynayan 60 küsur kişiye ulaşılamadığı söylenmektedir. Hadi bu 60 küsur kişi ajan olsun. Katliam ve yağmaya aktif olarak katılan binlere varan insandan bahsediliyor. Peki bu geriye kalan binlerce insan kimdi? Ne yazık ki bunların hatırı sayılır bir kısmı sıradan vatandaş diyebileceğimiz insanlardı. Çoğu da belki aynı mahallede veya komşu mahallelerde oturan ve öldürdükleri insanları iyi tanıyan kişiler.

Anlatılan yüzlerce hikâye var ki her biri vasat insanlık vasfı taşıyan herkesin vicdanını ayağa kaldırır. Sadece bir örnek vermek istiyorum. Maraş katliamının hemen akabinde içişleri bakanı olan ve teftiş için bölgeye giden Hasan Fehmi Güneş 20 Aralık 2011 tarihinde katıldığı bir televizyon programında bizzat anlatıyor: Bir evi yağmalayıp ateşe vermişler, aile fertlerini katletmişler. 10 yaşlarında bir çocuk her nasılsa kurtulup kaçmış ve komşularının evine sığınmak istemiş. Ne var ki komşuları kapıyı açıp çocuğu içeri almamış. (Hasan Fehmi Güneş bu olayın mahkeme raporlarında kaydedildiğini söylüyor.) İşte beni esas endişelendiren, rahatsız eden ve ülkem adına derinden üzen Maraş’ın bu boyutudur.

Eğer bir kardeşlik ve toplumsal barıştan bahsedilecekse bence ilk önce bu noktanın üzerine gidilmeli. Sıradan bir insanı komşusunun hamile gelinini, çocuğunu katletmeye ikna eden bu toplumsal-dini-kültürel kodlar tespit edilmeli ve bunların kökü kazınmalı.

‘KATLEDİLEN ÇOCUKLARIN, KADINLARIN SİYASİ KAVGAYLA ALAKALARI YOKTU’

Katliamda başı o zamanki ülkücülerin çektiği bilinmektedir. Bugün milliyetçi-muhafazakâr kesimden birçok insan bu olayın bir Alevi kırımı olmadığını, o dönemin sağ-sol çatışması içinde anlaşılması gerektiğini söylüyor. Ne dersiniz?

Bu görüşe ancak kısmen katılabilirim. Şöyle ki, olayların arka planında ülkenin politik iklimini esir alan sağ-sol çatışmasının olduğu aşikâr. Nitekim ilk provokasyon ülkücülerin sinemasına ses bombası atılarak başlıyor ve arkasından solcu Alevi iki öğretmenin öldürülmesi ile tansiyon yükseliyor. Ancak olayların esas katliama dönüştüğü dördüncü gün ve sonrasına baktığınızda artık kitlelerin hedefinde solcular değil doğrudan Aleviler olduğunu görüyorsunuz. Günler öncesinden işaretlenen evler Alevi evleri; öldürülen kadınlar, çocuklar, yaşlılar Aleviler – ki bu insanların çoğu sağ-sol tartışmalarının dışında, kente tutunmaya çalışan geleneksel Alevilerdi.

Aynı toplumsal davranış desenini Çorum olaylarında da görüyoruz. Orada da ülkücüler tarafından sol karşıtı sloganlarla başlayan linç girişimleri kısa sürede Alevilere yönelmiş ve birçok Alevi vatandaşın katledilmesine kadar varabilmişti.

Burada tekrar altını çizmek isterim: Devlet içinde birtakım güç odaklarının siyasi amaçlarına ulaşmak için masum vatandaşları kurban etmesi vahimdir. Ancak daha vahimi bu katliamların sıradan vatandaşlar eliyle gerçekleşebilmesidir. Evet, bu ‘milliyetçi-muhafazakâr’ vatandaşlar kendi kendilerine harekete geçmemiş, belirli bir provokasyonla galeyana getirilmişlerdir. Ancak bu durum olayın vahametini ortadan kaldırmıyor. Provokasyon ne olursa olsun, eğer bir kitle aynı şehirde, aynı mahallede beraber yaşadığı hatta komşuluk yaptığı insanları kadın, çocuk demeden katledecek, yakacak bir noktaya gelebiliyorsa burada büyük bir problem var demektir.

Sizce problemin kökleri esas nerede düğümleniyor?

Problemin köklerine inmeden önce bir gerçeği bütün çıplaklığıyla ifade etmek lazım: Bu tür olayları anlamak için önce insandan başlamalıyız, devlet, ideoloji veya dinden değil. Bir yerde masum insanlar katledilmişse, görülmesi gereken ilk hakikat ve değerlendirmenin ana referansı masumların hayatlarını yitirmesi olmalıdır. Maraş’ta evleri ateşe verilen, sokaklarda hunharca katledilen çocuklar ve kadınların ne sağ-sol çatışmasıyla ne de herhangi bir siyasi kavgayla alakaları yoktu. Benim baktığım noktadan, onların öldürülmesini hiçbir din, ideoloji veya ‘milli menfaat’ meşrulaştıramaz.

Esasen, ana referans metinlerini esas aldığımızda, bunu meşrulaştıracak bir din veya inanç sistemi de bilmiyorum. Örneğin Kur’an-ı Kerim ‘Her kim bir kimseyi öldürürse bütün insanları öldürmüş gibi olur; kim de bir can kurtarırsa bütün insanların hayatını kurtarmış gibi olur’ demektedir’ (Mâ’ide: 32).

KATLİAMLARIN ARKASINDAKİ TARİHSEL MİRAS

Halbuki Maraş katliamını gerçekleştiren güruh ‘Zafer İslamındır!’, ‘Müslüman Türkiye!’ gibi sloganlar atıyordu. Burada bir çelişki görüyor musunuz?

Hem ‘evet’ hem ‘hayır’. Evet çelişki görüyorum. Çünkü söylediğim ayet net bir şekilde masum insanların hayatını koruma altına almaktadır. Kur’an’ın geneline baktığınızda da aynı anlayışın egemen olduğunu görürsünüz. Buna karşın, Maraş ve benzeri katliamları mümkün kılan anlayışın insan hayatını değersiz gördüğü, ‘dini-ideolojik’ birtakım üst amaçlar uğruna rahatlıkla harcadığı çok açık.

Öte yandan bir çelişki görmüyorum. Çünkü dinler sadece ana metinlerinden ibaret olmayıp esas olarak tarihsel süreç içinde çeşitli toplumların pratikleriyle ete kemiğe bürünüyorlar. O yüzden ‘Müslümanlık=Kur’an-ı Kerim’ denklemi pratik hayatta doğru değildir. Belki kökçü bir anlayışla ‘Olması gereken Müslümanlık=Kur’an-ı Kerim’ denklemi kurulabilir. Ancak bu denklem bile gerçekçi olmayıp tarihsel gelişmeleri göz ardı eder. Onun yerine, tarihsel-toplumsal bir bakış açısı ile şöyle denilebilir: ‘Belirli bir mekânda ve dönemde herhangi bir din = Belirli bir mekânda ve dönemde o dinin mensuplarının ortaya koyduğu pratik’.

Din ve onunla yapışık gelişen toplumsal değerlere (örneğin Türkiye’de milliyetçilik gibi) bu açıdan baktığımızda bahsettiğim çelişkiyi daha iyi anlayabiliriz.

Nasıl? Biraz açabilir misiniz?

Elbette. Türkiye Cumhuriyeti politik alanda bir redd-i miras iddiasıyla ortaya çıksa da toplumsal ve dini alanda üzerine oturduğu Osmanlı mirasının ana kodlarını değiştirmekte başarılı olamadı. Osmanlı toplumsal-siyasi yapısının üzerine oturduğu temel zemin dini parametrelere göre belirlenmişti. Hem ‘millet-i hâkime’ denilen hâkim millet (yani Müslümanlar) hem de zımmî statüsündeki tâbî milletler (Yahudiler, Ortodokslar, Ermeniler) doğrudan din üzerinden tanımlanmıştı. Dolayısıyla din, toplumun, ülkenin ve devletin birlik ve bütünlüğünün ana zamkı durumundaydı. O yüzden, Osmanlı sisteminde her bir ‘millet’ (yani din) içindeki farklılaşmalar doğrudan o milletin birlik ve bütünlüğüne tehdit olarak değerlendiriliyordu. Bütün bir Osmanlı tarihinde ‘millet-i hâkime’ (Müslümanlar) içinde en etkili ve en dayanıklı farklılaşma Kızılbaş/Alevi yorumu olmuştu. Az önce değindiğim siyasi-toplumsal-dini yapıdan dolayı, Aleviler ülke birlik ve bütünlüğünü tehdit eden bölücü, hain, ‘yabancı ajanı’ vs. gibi kodlarla tanımlandılar.

Cumhuriyet idaresi bu anlayışı reddediyor, yeni ülkenin birlik ve bütünlüğünü siyasal olarak tanımlanmış ‘Türk ulusu’ ve hukuksal olarak tanımlanmış ‘vatandaşlık bağı’ üzerinden kuruyordu. Yeni düzende makbul vatandaş olarak kabul edilmek için ‘düzgün Müslüman’ olmak gerekmiyor, fakat kanunlara uyan ‘düzgün Türk’ olmak gerekiyordu. (Cumhuriyet elitinin inşa etmeye çalıştığı ‘Türk ulusu’nun ne derece siyasi ve kapsayıcı olduğu (ırkçı ve dışlayıcı olmadığı) konusu çokça tartışıldı, burada o konuya girmeyeceğim.) Esasında, bu anlayış Aleviler için olabilecek en iyi seçenekti. Zira onlara eşit vatandaş olma imkanını veriyordu. Ne var ki, altı yüz yıllık bir miras kolaylıkla dönüşemeyecek, kitaptaki ideal pratik hayatta tam anlamıyla karşılık bulamayacaktı.

Özellikle 1950’lerden itibaren, Cumhuriyet Türkiye’sinin toplumsal-siyasi-dini düzeni eski Osmanlı kodlarına doğru kaymaya başladı veya kırsalda zaten hiç değişmemiş olan bu kodlar merkeze doğru ilerledi. İdeolojik olarak Türk-İslam sentezi ile ifadesini bulan bu anlayış, bir yandan ‘Türk milleti’ni ülkenin ve devletin birleştirici omurgası olarak kabul etme konusunda kuruluş ideolojisine sadık kalırken, diğer yandan bu kavramı Osmanlı İmparatorluğu’ndaki ‘millet-i hâkime’ye yaklaştırdı ve Türklükle Müslümanlığı kaynaştırdı. Türk-İslam sentezinin 60’lar ve 70’lerde Türkiye’nin entelektüel ve siyasi hayatını derinden etkileyen sosyalizmle diyalektik bir ilişki içinde geliştiğini de hatırlatmak isterim.

Yetmişlerin sonlarına gelindiğinde Türkiye’nin milliyetçi-muhafazakâr aklı artık büyük oranda şekillenmişti. Buna göre ülkenin birliği ve bütünlüğü ancak Türklük ve Müslümanlık üzerinden sağlanabilirdi. Dolayısıyla bu sentezin dışında kalan her türlü siyasal, toplumsal, dini anlayış doğrudan birlik ve bütünlüğe yönelmiş bir tehditti ve yok edilmeliydi. Pek tabii, Aleviler ve Kürtler bu omurganın dışında kalıyor, (kendi iradeleriyle veya değil) sosyalizm üzerinden tanımlanan yeni karşı eksene yamanıyor, dolayısıyla, milliyetçi-muhafazakâr akıl tarafından Türkiye’nin birlik ve bütünlüğüne dönük bir tehdit olarak algılanıyorlardı.

İşte bence Maraş’ta ve diğer yerlerde Alevilerin (ki Maraş’ta katledilen Alevilerin büyük kısmının Kürt olduğunu da hatırlayalım) bu kadar rahat katledilebilmeleri ve bu insanlık dışı katliam ve yağmalara sıradan vatandaşların kolayca katılabilmelerinin arkasında bu tarihsel miras olduğunu düşünüyorum.

Peki sizce bu tür olayların bir daha yaşanmaması için çözüm nedir?

Tek bir çözüm yolu görebiliyorum. O da Türkiye Cumhuriyeti devletinin gerçek anlamda ‘demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk devleti’ (Anayasa, Madde 2) olmasıdır.

Kaynak: Duvar